- Gösterim: 58
İnsan, kalın vücut kıllarına sahip olmayan tek primat. Evrim kuşkusuz ilk atalarımızdan kalan vücut kıllarının kalınlığını ve yoğunluğunu azaltmada rol oynadı. Bunun nedeni olarak Homo sapiens'i diğer primatlardan ayıran üç özelliği üzerinde durulmakta; iki ayaklılık, çıplaklık ve aile üreme birimini kurması. Tüysüzlüğe doğru yaşanan evrim, vücut ısısının düzenlenmesinde verimli bir terlemeye duyulan ihtiyaçla birleşmiş, cildi ultraviyole (UV) hasarından korumak için deri pigmentasyonunu geliştime zorunluluğu evrimsel bir baskı oluşturmuştur. İnsanlar kuzey enlemlerine doğru göç ettikçe derilerinde pigmentasyon kaybı da yaşanmıştır. Tüm bunların arasındaki ilişki, anlaşılması gereken büyüleyici bir zorluk teşkil etmektedir. Doğa Homo sapiens'in nispeten çıplak ve tüysüz olmasını tercih ederken, günümüzün Homo sapiensi'nin saçlarına takıntılı bir şekilde hayran olması, saç dökülmelerini önlemeye çalışması gerçekten ilgi çekicidir.
Homo sapiens'in maymun atalarından evrimleşirken sergilediği en belirgin fark olan çıplaklık veya tüysüzlük (vücut kıllarının kalınlığının ve yoğunluğunun azalması) hakkında çeşitli teoriler ileri sürülmektedir:
-
Suda Yaşayan Maymun Teorisi: Tüysüzlük, su ortamlarına uzun süre maruz kalmanın bir sonucudur.
-
Parazitlerden Korunma Teorisi: İnsanın tüysüzlüğünün, pire, kene ve bit gibi dış parazitlerden kurtulmak için evrimleştiği öne sürülmektedir.
-
Termoregülasyon (Isı Düzenleme) Teorisi: Atalarımızın savanalara taşınması, avlanması ve beslenmelerine et eklemesi ile birlikte vücutlarının aşırı ısınması sonucu, bununla başa çıkmanın bir yolu olarak kürklerini kaybettikleri düşünülmektedir.
-
Kültürel/Yapay Seçilim Teorisi: Tüysüzlük, kültürel güzellik standartlarına dayalı bir ebeveyn tercihiyle olmuştur. Bu doğal olmayan bir seçilimle ebeveynler tarafından tüysüz bebekler, tüylü bebeklere (terk edilerek veya öldürülerek) tercih edilmiştir.
-
Cinsel Seçilim Teorisi (Darwin): Darwin, tüysüzlüğün doğal seçilim yoluyla evrimleşemeyeceğini, çünkü bunun üstün bir avantajı olmadığını öne sürmüştür. İnsan tüysüzlüğünün, erkeklerin kadın derisinin çıplaklığını cinsel açıdan çekici görmeye başladığı cinsel seçilim yoluyla evrimleştiğini iddia eder. Bu açıklama, çıplak derinin, özellikle de çıplak kadın derisinin cinsel önemini vurgular. Ancak, kadınların neden tüysüz erkekleri tercih edebileceği veya kadınlarda tüysüzlüğün neden cinsel seçilimde önem kazandığına dair hâlâ bir açıklama bulunmamaktadır.
Bu teorilerin karşılaştığı zorluklar, insan tüysüzlüğünün tam olarak açıklanmadığını göstermektedir. İnsanların çıplaklığı bilmecesinde etkili olan üç temel insan özelliğinin açıklanması gerekmektedir.
Dik iki ayaklılık(bipedalizm)
Evrimsel süreçte Homo sapiens'in dik iki ayaklı duruşu onu diğer primatlardan ayıran önemli bir özellik gibi görünmektedir. Dik iki ayaklı duruşa ulaşmak, insanlaşmanın temel faktörü olarak kabul edilir. İki ayaklılığın kökenini açıklamak için birçok hipotez ve fikir ortaya atılmış, ancak ortak bir anlayış oluşturulamamıştır. Bu fikirlerden bazıları:
-
Dik duruş ve iki ayaklı yürüyüş, yırtıcılara karşı dikkatli olmak için yararlıydı.
-
İnsansılar(homininler) leşçiydi ve iki ayaklılık yeterli yiyecek elde etmek için gerekli bir adaptasyondu.
-
İki ayaklı yürüyüş, vücudun enerji tüketiminde dört ayaklılıktan daha ekonomiktir.
Pratik Tüysüzlük
Tüysüzlük (vücut kıllarının kaybı), muhtemelen iki ayaklılıkla yakından ilişkilidir. Primatlarda tüylerin en önemli faydası, bebekler için bir tutunma aracı olmasıdır. Bu durumun evrimsel zorunluluğu şöyledir: Tüysüz bir anne, bebeğini tek eliyle veya daha güvenli bir şekilde iki eliyle tutmak zorundaydı ve bu durum onu dik yürümeye (bipedalizme) zorluyordu. Bu nedenle, tüysüzlük mutasyonu sonrası bir bebeği iki eliyle tutarken dik yürümenin gerekliliğinin, bipedalizmin evriminde itici bir güç olabileceği düşünülmektedir.
Üreme ve Sosyal Bir Birim Olarak Aile
Monomorfik (görünüşte dişi ve erkek arasında belirgin fark olmayan) insanların cinsel ve üreme davranışları, tek eşli ve mevsimsiz çiftleşme, bir östrus (kızışma) döngüsünün olmaması ve sürekli aynı genlerin aktarımı tüysüzlükle sonuçlanmış olabilir.
Üç temel özellik, yani iki ayaklılık, tüysüzlük ve üreme ve sosyal bir birim olarak aile, muhtemelen köken olarak aynı kökü paylaşıyor ve insan gelişiminin kökeniyle içsel ve ayrılmaz bir şekilde ilişkili olabilir.
Genel kabul gören görüşe göre modern insanlar Afrika kökenliydi. Soyumuzun erken evrelerinde gerçekleşen önemli biyolojik ve çevresel değişimleri takip edebilirsek tüysüleşmeyi daha rahat özetleyebiliriz. Soyumuzun en eski üyeleri Ardipithecus primat cinsinin üyeleriydi ve çoğunlukla ormanlık ortamlarda yaşıyorlardı. Daha sonraki protoinsanlar, Australopithecus cinsinde hominidler olarak da anılırlar, daha geniş bir çevre yelpazesinde yaşadılar. Günümüzde bu atalarımıza ait fosil örneklerini yalnızca Afrika'da bulmaktayız. Yaklaşık 2,6 milyon yıl önce, Pleistosen Dönemi başladığında ve dünyanın buzul çağları olarak bilinen iklimsel dönemine girmesiyle protoinsanların yaşam alanının değiştirmek zorunda kaldıklarını görmekteyiz. Yine yaklaşık 2,6 milyon yıl öncesine ait arkeolojik kanıtlar atalarımızın hayvan kemiklerini kesmek için taş aletler kullanmaya başladığını göstermektedir. Et, bitkisel maddelerden daha zengin bir besin kaynağıdır, ancak besin zincirinde alt sıralarda olan insan için ete ulaşmak çok zordu. Taş aletlere ek olarak, atalarımızın sürek avlarında ete ulaşmak için daha verimli bir uzun mesafe yürüme yeteneğini yansıtan modern insan benzeri iskelet oranları da geliştirdikleri görülmekteler. Avlanabilmek yada leş etleri toplamak için gündüz gerekiyordu. İki ayaklılık (bipedalizm), hız, yükseklik ve alet kullanımı açısından önemli rekabet avantajları sağladığı için 1,6 milyon yıl önce Homo erectus, uzun süreli yürüme ve koşma yeteneğine sahip uzun uzuvlara sahip ilk hominiddi. Ancak uzun mesafe yürüyüşleri daha fazla enerji harcamasıyla birlikte, özellikle artan vücut ısılarını soğutma için daha fazla vücutlarında termal düzenlemeye ihtiyaç duydurlar. Bu nedenle, 1,6 milyon yıl önce daha az vücut kılları ve terleme ile birlikte daha verimli bir vücut soğutma sistemine geçiş başladığı düşünülmekte. Kürkün azalması, uzun mesafe koşusu ve gündüz avcılığı sırasında vücut ısısının verimli bir şekilde dağıtılmasını sağladı. Kalın ve yoğun kürk yerine ekrin ter bezlerinin etkinliği arttı. Büyük olasılıkla, iki ayaklılığın "en önemli avantajı ısrarcı avlanmadır. İnsanlar hayvanlar arasında en hızlı koşanlar olmasa da, aşırı ısınmadan diğer tüm türlerden daha uzağa koşabiliyorduk. Çoğu dört ayaklı hayvan sadece kısa mesafelerde koşabilir. Ancak iki ayaklılık sayesinde daha fazla enerji verimliliğiyle koşabilen ve tüysüz derileri ve bol ter bezleri sayesinde ısıyı dağıtabilen insanlar, avları aşırı ısınıp yere yığılana kadar tüm gün peşlerinden koşabildiler. Gariptir ki, şempanzeler ve diğer maymunlarla vücudumuzda aynı ortalama kıl sayısına sahibiz; ancak vücut kıllarımız sadece daha incedir. Teknik olarak vücudumuzun her yerinde kıl var, bunlar sadece minyatürleşmiş kıl kökleri. Ama o kadar minyatürleşmişler ki, artık bizi işlevsel fonksiyonları ratık yok. Diğer maymunlar dünyanın daha gölgeli, daha yağışlı bölgelerinde yaşama eğilimindedir; burada daha kalın kıllar daha iyidir ve dikenli dallardan, yapraklardan ve benzeri şeylerden daha iyi korur. Tüm bunların birbiriyle ilişkili bir gelişim yolu var, bunları birleştirirsek, 2-1,5 milyon yıl önce insanların muhtemelen vücut kıllarını kaybetmiş olacağını tahmin edebiliriz. Vücut kılları minyatürleşirken ayakta durma ile UV daha fazla maruz kalan başın korunması için saçlar kalmasını yine bu bulgulardan açıklayabiliriz.
Atalarımız orta ekvatoral Afrika savanında yüksek oranda güneşe, ultraviyole (UV) maruz kaldıkları için UV kaynaklı hasarlar gelişti. İklim değişikliği daha kuru bir ortama neden olarak ciltlerinde bariyer sistemi üzerinde strese neden oldu. Bu baskılar, UV kaynaklı cilt kanserine, UV kaynaklı bariyer disfonksiyonuna ve folik asit korumasına karşı evrimsel bir baskı yarattı. Folik asit, DNA sentezi ve onarımı, kırmızı kan hücresi üretimi ve sperm üretimi (spermatogenez) dahil olmak üzere çok sayıda biyolojik işlev için ihtiyaç duyulan temel bir vitamindir. UV kaynaklı folat bozunumu, doğal güneş ışığına maruz kalan açık tenli insanlarda gösterilmiştir.. Atalarımızın üzerinde güçlü evrimsel baskı, korunmak için melanin(pigment) üretimiyle sağlandı ve daha koyu tenli oldular. Atalarımız ekvatoral Afrika ikliminden kuzeye farklı enlemlere göç ettikçe, UV'ye maruz kalma azaldı. Ancak koyu tenli olma ve daha az UV yeterli D Vitamini üretminde azalmayı getirdi. Raşitizm, iskelet sisteminde D Vitamini eksikliğinin ciddi bir komplikasyonudur. Raşitizm ilkel yaşamda verimli savaşçılar olmalarını engellerken özellikle kadınlarda doğurganlıklarını olumsuz etkileyen deforme olmuş pelvislere yol açabilmektedir. Kadınların daha açık renkli ten rengine olan evrilmeleri hamilelik ve emzirme döneminde daha fazla miktarda D vitamini üretme yönündeki evrimsel baskıdan kaynaklanıyor olabilir.
Eski insanların giyim eşyaları geliştirmesi; kürkleri kesme ve delme ve dikme gibi teknolojilerin kullanımının benimsenmesi ile oldu. Ancak bu durum, olası D vitamini eksikliğini artırma gibi istenmeyen sonuçlara yol açmıştır. Giysilerin kullanımının ikinci problemi insan bitlerinin ektoparazit olarak insanlarda görülmeye başlaması olabilir. İnsanda bitler Pediculus humanus capitis – baş biti, Pediculus humanus – vücut biti ve Pediculus pubis olmak üzere morfolojik olarak benzer ancak vücudun farklı bölgelerinde yaşyan ektoparazitlerdir. Baş ve kasık bitleri saçlı deri ve vücut kıllarında yaşar, vücut bitleri ise giysilerde yaşabilir. Atalarımızda başlangıçta tek bit türünün olduğu ve insanın evrimi, vücut kıllarının kaybı ve giysi kullanımı ile birlikte bitin de evrimleşip türlere ayrıldığı düşünülmektedir.Vücut ve kasık bitlerinin baş bitlerinden türedikleri düşünülmektedir. Vücut kıllarının azalmasının Homo sapiens'teki ektoparazitleri kısmen hafifletmiş olabileceği düşünülmekte. Evrimsel tarihimizde insanın grup halinde yaşaması, göçlerinde geçici yerleşim yerlerinde toplu yaşaması potansiyel olarak yüksek ektoparazit salgınları anlamına geliyordu. Sonuç olarak, vücut kıllarındaki azalma, vücuttaki ektoparazitik yükü ortadan kaldırmak ve parazitlerin bulunup ortadan kaldırılmasını kolaylaştırmak için bir evrimsel adaptasyon olabilir. Kıl yoğunluğunun azalması, atalarımızın maruz kaldığı dış parazit (ektoparazit) yükünü (pire, kene, bit) azaltmada rol oynamış olabilir.
Evrimsel süreçte vücut kıllarımızın işlevini büyük ölçüde kaybetmesi, yerine terleme ve UV koruması için melanin üretiminin artması gibi adaptasyonların geçmesi anlamına gelmektedir. İnsanlarda bu adaptasyonla vücut kılları dökülürken başın UV korunması için saçlar kalmış. Ancak Afrika savanlarından daha kuzaylere olan göçlerinde saçlar kalınlık ve uzunluklarını kaybetmiştir. Kritik evrimsel adaptasyonlar vücut kıllarımızda minyatrizasyona neden olurken gerekliliği azalan saçlarımızda bu minyatürizasyonu yaşamakta. Belkide kadın ve erkekte daha erken yaşlarda saç dökülmeleri bu yüzden yaşanmakta.

