- Gösterim: 3932
Diğer tüm omurgalılarda olduğu gibi, insanlarda da yağ dokusu (adipoz doku) bulunmaktadır. Yağ dokusu, yağ hücrelerinin (adipositlerin) sayıca daha yoğun oldukları özel bir bağ dokusudur. Yağ dokusunda adipositler, yağı trigliserit şeklinde depolamaktadır ve yağ dokusu içerisinde tek başlarına, küçük veya büyük öbekler halinde bağ dokusu içinde bulunurlar. Yağ hücreleri arasında, vücudun anatomik bölgelerine göre değişen, kısmen sıkı, kısmen gevşek bir bağ dokusu bulunmaktadır. Bu bağ dokusunu fibroblast hücreleri, fibröz bağlar, kan ve lenfatik damarlar ile sinirler oluşturmaktadır.
Embriyonal dönemde yağ dokusu içerisinde bulunan fibroblastların, bunların lipoblastlara ve yağ hücreleri olan adipositlere dönüştüğünü biliyoruz. Olgun ve içerisinde yağ depolamaya başlamış lipositler yuvarlak, halka şeklindedir ve içerisindeki yağ hücre çekirdeğini hücre kenarına itmiş olarak görünmektedir. Fibroblastlar preadipositlere dönüşmektedir. Hatta vücutta kalori azaldığı durumlarda yağ dokusunda adipositler tekrar fibroblastlara dönebilmekte.
Her adipositin çevresinde temas halinde olduğu kapiller dolaşım sistemi bulunmaktadır. Bu kapiller, adrenalin yüksek duyarlılık göstermektedir ve adrenalin ile vazokonstrüksiyon (daralma) olmaktadır. Bu nedenle liposuction öncesi uygulama lanına bölgesel anestezi için kullanılan solüsyonlarda adrenalin kullanılmaktadır.
Yağ dokusunda adipositler dışında kalan kısma "interstitium" denilmektedir. İnterstitium'un destek dokusunu fibroblastlar, makrofajlar (histiositler), nötrofiller, eosinofiller, lenfositler, plazma hücreleri, mast hücreleri, monositler ve mezenkimal hücreler oluşturmaktadır. Bu hücreler arasında kollajen, elastin ve glikoproteinler yer almaktadır. Interstitium'da ayrıca damarsal yapılar, lenfatikler ve sinirler de bulunmaktadır. İnterstitium'da bulunan protein yapısını albümin, globülin ve fibrinojen oluşturmaktadır.
Erkeklerde yağ dokusu toplam vücut ağırlığının %15-20'sini, normal ağırlıktaki kadınlarda ise vücut ağırlığının %20-25'ini temsil eder. Yağ dokusu, bir anlamda vücuttaki organların en büyüklerinden biridir. Bu oran, yaş ilerledikçe değişir.
Yağ dokusu, cilt altı, iç organ çevresi ve periton gerisinde bulunmaktadır. Vücuttaki yağ dokusunun %50'si deri altında hipodermiste (deri altı yağ dokusu olarak geçmektedir), %10-15'i karın içerisinde, %5-8'i kaslarda, %12'si böbrek çevresinde, %15-20'si ise üreme organları etrafında, kemik iliğinde ve meme dokusunda yer almaktadır.
Yağ dokusu, embriyonel gelişim sırasında kılcal damar duvarlarının yanında bulunan mezenşimal hücrelerden farklılaşan yağ hücreleri (lipoblastlar) tarafından yapılmaktadır. Bu süreçte oluşan genç lipoblastların bir kısmı bağ dokusunu oluşturacak fibroblastlara, bir kısmı da yağ hücrelerini oluşturmak üzere farklılaşmaktadır (vücut tarafından dolaşım ile adipoz dokuya çok miktarda lipit seferber edildiğinde, yetişkin yağ hücreleri lipoblast haline geri dönebilir). Bu evrede henüz adipositlerin içerisinde yağ birikimi görülmez. Lipoblastlar, sarı-beyaz yağ dokusu (tek damlalı yağ dokusu) ve kahverengi yağ dokusu (çok damlalı yağ dokusu) olarak adlandırılan, birbirinden değişik özellikte iki farklı yağ dokusunu oluşturmak üzere farklılaşmaya başlar.
Yağ hücreleri, gebelik sürecinin 30. haftasında yağ depolamaya başlar ve yağ depoları ile birlikte doğan az sayıda memeliden biri insandır. Doğumdan sonra, genellikle küçük damarların etrafında yeni yağ hücrelerinin gelişimi sıkça görülür. Gebelik sonrası sınırlı bir süre için beslenme ve diğer etkenler, yağ hücrelerinin sayıca artışına neden olabilir; ancak bu süreç sonunda hücre sayısında bir artış görülmez. Bu hücreler, sadece gereğinden fazla kalorili beslenilirse hücrelerde yağ yığılımlarını artırır. Yağ hücrelerinin erken dönemde sayıca artması, kişiyi ileride şişmanlığa (hiperplastik obeziteye) yatkın kılabilir.
Vücudumuzda farklı yerleşim, yapı, renk ve patolojik nitelik gösteren, iki tip yağ dokusu bulunmaktadır.
Sarı – Beyaz Yağ Dokusu (hücre içerisinde tek boşluğu olan-üniloküler hücrelerden yapılı yağ dokusu)
Hücre içerisinde, sitoplazmalarının ortasında büyük, sarı bir yağ damlası içeren hücrelerden yapılmıştır. Sarı yağ dokusunun rengi, genellikle hücrelerin yağ damlacıklarında çözünen karotenoidlerin (A vitamini) varlığına bağlı olarak beyazdan koyu sarıya kadar değişebilir.
Yetişkinlerde görülen yağ dokusunun hemen hemen hepsi bu türdendir. Yeni doğan bebeklerde tüm vücudu sarı yağ dokusu sarar ve aynı kalınlıktadır. Buna “panniculus adiposis” denilmektedir. Bebek geliştikçe, bu yağ dokusu vücudun bazı bölgelerinde kaybolmaya ve diğer bölgelerinde de artmama eğilimi göstermeye başlar. İnsanda göz kapakları, penis, skrotum ve kulak kepçesinin (kulak memesi hariç) dışında vücudun her yerinde bulunur. Yaş ve cinsiyet, yağ dokusunun dağılımını ve yoğunluğunu belirleyicidir.
Bu yağ hücreleri tek başlarına iken küre şeklindedir; ancak yağ dokusu içinde sıkı sıkıya bir araya gelmiş çok yüzlü halde görülürler. Sarı yağ dokusu, zengin kan yatağı ve sinirleri içeren bir bağ dokusu ile tam olmayan bölümlere ayrılmıştır. Her yağ hücresi, ağ yapmış ince lifler tarafından desteklenmiş ve birbirlerine bağlanmıştır. Kesitlerde kan damarları her zaman belirgin olmamasına rağmen, yağ dokusu bolca damarlanmıştır.
Sarı yağ dokusu, vücut için büyük bir enerji deposudur. Yağ hücreleri içerisinde yağ, trigliserid formunda depolanmaktadır. Uzun süreli açlık durumunda ilk olarak deri altındaki mezenterler - deri ve periton arkasındaki yığılımlar çözülür; eller, ayaklar ve göz çukurunun arkasındaki yumuşak koruyucu tabakalar uzun süren açlıklara dayanır. Sarı yağ dokusu neredeyse tüm yağını kaybeder ve içlerinde çok azalmış lipit damlacıkları olan çok yüzlü veya mekik şeklindeki hücrelerden ibaret hale gelir.
Sarı yağ dokusu hücreleri, çok sık rastlanan selim bir tümör olan lipomları meydana getirebilir.
Kahverengi Yağ Dokusu (hücre içerisinde çok sayıda boşluğu olan- multiloküler hücrelerden yapılı yağ dokusu)
Çok sayıda yağ damlası ve bol miktarda kahverengi mitokondri içermesi nedeniyle kahverengi yağ dokusu da denir. Kahverengi yağ dokusu, vücudun her yerinde bulunan sarı yağ dokusuna oranla daha sınırlı bir dağılım gösterir. İnsan embriyosunda ve yeni doğan bebeklerde birkaç yerde rastlanan bu doku, doğum sonrasında bu bölgelerde kalır. İnsanlarda çoğunlukla doğum sonrasındaki ilk aylarda ısı oluşturarak yeni doğan bebeği soğuğa karşı koruduğu için önem kazanır. Yetişkin çağa doğru büyük bölümü giderek azalır. Sarı yağ dokusu hücrelerine oranla kahverengi yağ dokusunun hücreleri çok kenarlı ve küçüktür.
Yeni doğanda kahverengi yağ dokusu, toplam vücut ağırlığının % 2-5'ini kapsamaktadır. Son görüşlere göre, doğum sonrasında kahverengi yağ dokusu gelişmemekte ve herhangi bir yağ dokusu diğerine dönüşmemektedir.
Soğuk ortamla karşı karşıya kalan bu yağ dokusuna norepinefrin sinir uyarıları ile salınım yapılır. Bu sinirsel uyaran, yağ hücresindeki hormona duyarlı lipazı harekete geçirerek trigliseritlerin yağ asitlerine ve gliserole hidrolize olmasını sağlar. Serbest kalan yağ asitleri metabolize olurken oksijen tüketimi artar ve kahverengi yağ dokusunun sıcaklığı yükselir; böylece doku içinden geçen kan ısınmaya başlar. Isı üretimi artar çünkü bu dokunun hücrelerindeki mitokondriyumların iç zarlarında “termojenin” adı verilen, zarları geçen bir protein bulunmaktadır. Bu protein, kahverengi yağ dokusunda kanı ısıtmaktadır.
Cinsiyet hormonları ve adrenokortikal hormonlar, vücuttaki yağ dağılımını kısmen ayarlayarak erkek ve dişi vücut hatlarının oluşmasından büyük ölçüde sorumludurlar. Erkek ve kadında yağ dokusunun artışı ve dağılımı farklılık göstermektedir.
Vücut yağ oranının artmasına şişmanlık (obezite) denilmektedir. Vücut yağları, sarı yağ dokusu hücrelerinde aşırı yağ yığılması sonucu çok büyük hale gelmelerinden kaynaklanabilir; buna “hipertrofik obezite” denilmektedir. Obezite, vücut yağlarının yağ hücre sayılarının çoğalması ve içlerinde birikmesinden kaynaklanabilir. Buna ise “hiperplastik obezite” denilmektedir.
İnsanın normal kilosu, hücre içinde biriken yağ dokusuyla ilişkilidir. Bu miktar, yaşam şartları ve kişinin metabolizması ile belirlenir. Vücut, vital fonksiyonlarının devamlılığını sürdürebilmek için aldığı ve harcadığı enerjiyi dengede tutar.
Yağ Dokunun Önemli Görevleri
- Yağ, yoğun besin alımı sırasında trigliserit olarak adipositler içerisinde birikir; açlık sırasında ise adipositler içerisinden trigliserit yağ asitleri olarak dolaşıma bırakılarak enerji gereksinimini karşılar. Bu anlamda yağ dokusu, vücudun en büyük enerji (trigliseritler halinde) deposudur. Vücut yağ oranı olan ortalama %15-25 kısmı, açlık durumunda vücudun 40 günlük enerjisini karşılayabilir. Enerji depolayan (glikojen olarak) diğer organlar karaciğer ve kastır. Yemek yemek aralıklı bir etkinlik olduğuna göre ve glikojen sağlanması da sınırlı olacağından, yemekler arasındaki sürelerde yedekte büyük bir kalori deposunun bulunması şarttır. Trigliseritlerin glikojenden daha düşük yoğunlukta olmaları ve daha yüksek kalori değerlerine sahip olmaları (trigliserit için 9.3 kcal/g, karbonhidratlar için 4.1 kcal/g), yağ dokusunun çok hızlı ve verimli olarak çalışan bir depo olmasını sağlar.
- Yağ dokusunun enerji deposu olma dışında diğer görevleri;
- Organların, vücut parçalarının birbirlerine karşı kayganlığını sağlamak,
- Vücudu ve organları mekanik dış etkilere karşı korumak,
- Deri altı yağ dokusu estetik olarak yüz ve vücut konturlarına yardımcı olmaktadır,
- Baseni ayak tabanı ve avuç içleri başta olmak üzere belli anatomik alanlarda yağ dokusu dış etkenlere karşı yumuşak, koruyucu tabakalar halinde yerleşmekte
- Yağda eriyen vitaminlerin depolanması,
- Yağın zayıf bir ısı iletkeni olması nedeniyle vücudun ısı yalıtımına katkıda bulunması,
- Yağ dokusunun diğer dokular arasındaki boşlukları doldurması ve bazı organların anatomik yerlerinde kalmalarını sağlaması gibi işlevleri vardır.
- Yağ dokusu üzerinde norepinefrin, büyüme hormonu, glikokortikoidler, prolaktin, kortikotropin, insülin ve tiroit hormonlarının etkin rol oynadığı bilinmektedir. Son yıllarda yağ doku, önemli bir endokrin organ olarak da kabul edilmektedir. Yağ dokusunun uzaktaki organları etkileyen, kanla taşındığı tahmin edilen çeşitli tip molekülleri salgıladığı görülmüştür. Bunlara “apokin” denilmektedir. Bunlar vücuda hem yararlı hem de zararlı olabilirler. Örneğin, leptin vücut yağ dokusunu azaltırken vücut savunma sistemini zayıflatabilmektedir.
Yakın zamanda yapılan çalışmalarda, yağ dokusundan kaynaklanan adipokinlerin şişmanlığın komplikasyonları olan hiperlipidemi, diyabet, hipertansiyon, ateroskleroz ve kalp yetmezliği gibi hastalıkların patogenezinde rol oynadıkları gösterilmiştir. Ayrıca, bu maddelerin metabolik denge, immün yanıt, kan dolaşımı ve steroid metabolizmasında da rol oynadığı bilinmektedir.
Adipokinleri değişik şekillerde grublayabiliriz. Yapacağımız sınıflandırmada;
- İnsülin duyarlığıyla ilişkili adipokinler: Leptin, adiponektin
- İnsülin dirençliğiyle ilişkili adipokinler: Rezistin, tümör nekroz faktör-alfa (TNF-α), interlökin-6 (IL-6), visfatin, apelin
- Adiposit proteinleri ve lipid metabolizması: Adipsin, asilasyon stimulating protein
- Adipokinler ve homeostazis: Plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAI-1), adiposit renin anjiotensin sistem
- Diğer Adiposit Proteinler: Metalotionin, fasting induced adipoz faktör Altı ayrı grupta inceleyebiliriz.
Leptin
Leptin salgılanmasına vücuttaki yağ hücrelerinin büyüklüğü ve yerleşimi etki eder. Ancak vücut ağırlığının azalmasıyla birlikte kandaki seviyesi azalır. Deri altı yağ dokusunun leptin üretimi, iç organ yağ dokusuna göre daha fazladır. Kadınlarda erkeklere oranla daha yüksek oranda leptin üretimi söz konusudur. Leptin, yağ dokusu hücrelerinden ritmik olarak salgılanır. Ayrıca aşırı yemek, insülin ve glukoz seviyesi ile glukokortikoidler ve proinflamatuar sitokinler leptin üretimini artırırken; açlık, soğuk, β-adrenerjik agonistler ve testosteron ise leptin üretimini azaltır. Leptin, enerji dengesi, nöroendokrin işlev, hematopoez, anjiyogenez, yara iyileşmesi, immün ve inflamatuar cevap, cinsel gelişim, üreme, mide-barsak işlevlerinin düzenlenmesi, sempatik sinir sistemi faaliyeti ve kemik metabolizması gibi çok sayıda önemli biyolojik işlevi düzenler. Bahsedilen etkilerle birlikte leptinin esas fizyolojik rolü, merkezi sinir sistemine ve beyine mevcut enerji depoları yönünden uyarı vermek ve gıda alımının azaltılmasını sağlamaktır. Leptin eksikliği veya duyarsızlığı, iştah artışına, aşırı yeme ve kilo artışına ve sonuçta şişmanlığa yol açar.
Adiponektin
Adiponektin, son yıllarda üzerinde en çok çalışılan adipositokinlerden biridir. Enerji dengesi, glukoz ve lipid metabolizmasını düzenleyen ve insülinin etkisiyle salgılanan bir hormondur. Kanda adiponektin seviyesi; vücut kitle indeksi, plazma trigliserit seviyesi, açlık insülin konsantrasyonu, leptin seviyesi ve visseral yağ dokusu miktarı ile negatif yönde bir ilişki gösterirken, plazma HDL ve glukoz seviyesi ile pozitif yönde ilişkilidir. Adiponektin, enerji dengesi ile ilgili fizyolojik işlevlerini insülin duyarlılığını artırarak kas ve karaciğer dokusu üzerinden gerçekleştirdiği gösterilmiştir.
Tümör nekroz faktör-alfa (TNF-α)
İlk defa makrofajlardan salgılandığı tespit edilmiş, ancak daha sonra yağ dokusundan da salındığı saptanan çok yönlü bir sitokindir. Dolaşımdaki TNF-α’nın en büyük kaynağı yağ dokusudur. TNF-α, vücut ağırlığının düzenlenmesinde leptine benzer şekilde adipostat olarak rol oynar ve insülin sinyal mekanizmalarını etkileyerek çeşitli dokularda insülin direncine yol açar. Artan vücut kitle indeksi ve yağ doku miktarı ile TNF-α salınımı arasında pozitif bir ilişkinin olduğu, aksine kilo kaybı ve yağ dokusunun azalması ile TNF-α üretiminin azaldığı gösterilmiştir. TNF-α, lipolizi uyararak yağ hücre sayısı ve hacmini düzenler; ayrıca adiponektin ve insülin salınımını azaltırken leptin, IL-6 ve PAI-1 üretimini arttırır.
Rezistin
Amino asitten oluşan, sistein açısından zengin bir proteindir. Rezistin, insüline karşı gösterdiği dirençten dolayı bu şekilde adlandırılmıştır. Rezistin, obezite ve metabolik sendrom ile bağlantılı bir hormondur. Obezitede özellikle vücut merkezinde artan yağlanma, serum rezistin düzeyinde artışa yol açan en önemli unsurdur. Kadınlardaki düzeyi erkeklere göre daha yüksektir. Yapılan çalışmalarda serum rezistin düzeyleri ile leptin düzeyleri arasında pozitif bir ilişki bulunmuştur. TNF-α’nın ise rezistin salınımı üzerine güçlü negatif bir etkiye sahip olduğu gösterilmiştir. Rezistinin damar sertliği ve aterosklerotik damar hasarına karşı koruyucu olduğu ileri sürülmektedir.